lamak için, Lipps, Volkelt gibi bazı müellifler, onun ruhuna girmek ve onu içinden duymak (Einfühlen) şeklinde, ne kasdedildiği pek kolay kavranamıyan, bir metod teklif etmektedirler (24). Bir iptidaîyi, bir Çinliyi, bir Antik Mısırlıyı anlamak için onun devrine ve zihniyetine girmek, o zihniyeti içinden duymak lâzımdır, derler. Vakaa yabancı bir memlekete yeni giren birisi orayı önce bir müddet yadırgar; bütün hareketler, sözler ona anlaşılmaz şeyler gibi görünür. Ancak, bu memleketi benimsedikten, yani onlar gibi yaşamaya başladıktan sonradır ki zihniyetlerine nüfuz eder. Fakat bu anlayış kendinden çıkmak ve başka bir mâna âlemine girmek değil, fakat o âlemle kendisi arasında birleşik vasıfları arttırmakla mümkün olur. Başka tâbirle, duyma, düşünme ve hareket tarzları bakımından insanlar arasında aslî benzerlikler olmasaydı, insanların birbirine nüfuzuna, birbirini anlamalarına imkân olmayacaktı.
Tabiat ilimleriyle mânevi ilimler arasında ayrılığın esaslı vasfı olarak şuur ele alınacak olursa, bütün tabiat ilimlerini de, son tahlilde, mânevi ilimler arasına koymaktan başka çare kalmayacaktır: Fizikte bir enerjinin sıcak veya soğuk olduğu, kimyada bir cismin tuzlu, acı veya tatlı olduğu, biolojide bir canlının bazı duyulara ve reflekslere sahip olup olmadığı onları nefsimizde tecrübe etmedikçe, başka nasıl anlaşılır? Hasılı anlamak bütün tabiat olgularına şuur zaviyesinden bakmak demektir. Fizik ve kimya olayları, hattâ matematik münasebetler bizim tarafımızdan anlaşılmıyorlar mı? Bu kelime bizim onları nefsimizde tecrübe ettiğimizi, yaşadığımızı ifade etmesi bakımından manalıdır. Fakat, bu suretle metod ve görüş bakımından büsbütün ayrı bir ilim zümresi kurmaya kalkıldığı zaman bütün mânasını kaybeder. Matematik miktarlardan biyolojik ve ruhî tabiat olaylarına kadar hepsi için, yine aynı suretle sâbit münasebetler araştırmak mecburiyetindeyiz. Bu münasebetler en kesin aynılık veya sebeplik münasebetlerinden en az kesin olan ihtimallik münasebetlerine kadar değişebilir; onlar maddeye, hayata, şuura veya ruha ait münasebetler olabilir; fakat her halde tabiat olguları arasında bu tarzda münasebetler aramaktan vaz geçemeyiz ve böyle bir arayışa, türlü türlü mikyaslardan da olsa, tabiatın tasviri ve izahı için yapılmış teşebbüsler deriz.
Şu halde ilim, ister madde, ister mâna ile uğraşsın”, tasvir ve izahtan vazgeçemez; bundan başka teşebbüsler, meselâ duyma, yaşama, anlama ilâh.. teşebbüslerine insanın tabiat ile ve diğer in
sanlarla münasebetinde ne kadar mühim hisseleri olursa olsun, ilim adı vermeye hakkımız yoktur: Sanat, tasavvuf, aksiyon, vesaire.. “gibi beşerî hayatın çok değerli bir çok davranışları olduğu” muhakkaktır. Fakat, her ne pahasına olursa olsun, bunları ilimlerle karıştıramayız veya onları ayrı bir ilim disiplinin metodu olarak göremeyiz. Eğer ilim mümkünse cansız ve canlı tabiat sahasında olduğu ” gibi, insanî tabiat sahasında da ancak tasvir ve izahla mümkün olacaktır. Eğer mümkün değilse tabiatın bu kısmında ilim yaymaktan tamamen- vazgeçmek daha doğru olacaktır. Bu bakımdan bazı spiritüalist filozofların insanî sahada determinizm’e hücum etmeleri, beşerî ilimlerden ümidlerini kesmeleri bu tarzda bir ilim görüşüne nazaran bize daha akla yakın, görünmektedir (25).
Dilthey’in bu’ garip sınıflamasının bir kısım ilim ve felsefe mensubu arasında bugün bile hâlâ taraftarlar bulması, ancak pozitivizm’in ifratlarına ve tehlikeli tatbikatına karşı şiddetli tepki yapmasiyle izah edilebilir (26). Vakaa, sosyoloji ve tarih felsefesinin yanlış birer ilim olduğunu iddia edecek kadar dogmatik yola giren bu düşünür mutlak idealizm’le solipcism arasında tamamiyle yanlış birer tefsir ve benzetme durumuna saplanmış bulunmaktadır. Metinlerini gözden geçirecek olursak bahsettiği sosyolojinin Aug. Comte ve Spencer sosyolojileri, tarih felsefesinin Hegel’in tarih felsefesi olduğunu ve bu muayyen görüşlere ait tenkitlerini ölçüsüzce bütün sosyolojilere ve tarih felsefelerine yaymak hatâsına düştüğünü görürüz. Buna karşılık şuurun doğrudan doğruya verilerine ait felsefî araştırmaları, Descartes’dan beri bir çok misâline rastladığımız bütün felsefe davranışlarını “ilim” adı altında toplayarak, sırf şekilci (formel) ve kaideci (normatif) ilimlerle karıştırmak gibi esaslı bir yanlışlığa kurban olmuştur.
Îzah etmekle anlamak arasındaki fark bir çok felsefe cereyanları tarafından düşünmek ve yaşamak (Denken und Erlebniss), dışardan görmek ve içinden duymak şekillerinde ifade edilmiştir
Birincisinde eşya mantıkî ve ilmi-görüşle, ikincisinde ise yaşanmış tecrübe, felsefe ve sanat – vasıta’siyle kavranmıştır. Mantıkî veya matematik tahlile tâbi kılmadan önce, şuurun doğrudan doğruya verilerini incelemek, bu mânada, bir ilmin veya muayyen bir ilim tarzının, değil, fakat umumiyetle felsefenin konusunu teşkil edecektir. Bu olgulara mantıkî analizi tatbik edebilmek için onları herşeyden önce kendi-nefsimizde doğrudan doğruya veri veya bazılarının tabiriyle “mahiyet” olarak kavramak lâzımdır. Hattâ bu mânada felsefeyi bütün ilmî düşünceden önce gelen, onu hazırlayan prensip bilgisi gibi görmek mümkündür (28),