İNSANI İLİMLER MÜMKÜN MÜDÜR ?


İçtimaî kontrol üzerindeki araştırmalarla da, aynı suretle, ferd dışı ve kavranması çok güç “İçtimaî baskı” faraziyesinden kurtul­mak mümkün oldu. Burada, her biri başlı başına uzun birer tetkik konusu olan bu meseleleri birer birer inceleyecek değilim. Ancak, şurasını işaret etmek isterim ki bu araştırmalar, ne yazık ki W. James’den sonra insanî varlığı psiko-biyolojik varlıktan ayıran kalitatif vasıfları ihmal ederek, eski monist görüşlere bağlanmıştır.

Halbuki monism, idealist ve naturalist her iki şeklinde — şuur­ların çokluğuna, karşılıklılığına, başkasının varlığına ve bundan do­layı da Biz’e imkân bırakmamaktadır. Eğer bilgi süjenin içinde terkip edilen izlenimlerden ibaretse, âlem benim şuurum demektir: O zaman ne başka şuurların bana ve benim başka şuurlara nüfu­zumuzdan doğacak olan cemiyeti, ne de kendi bedenime ve çevreme bağlı olarak devam eden ve değişen ruhî varlığımı kavramıya im­kân olacaktır.

Eğer bilgi maddeden ve onun gölge olaylarından başka bir şey değilse, kendi devam eden varlığımın cevherî ve şahsî hiç bir değeri olmıyacağı gibi, başkasının varlığını kavramak da asla temin edile- miyecektir. Bundan dolayı sübjektif-idealist bir felsefeye dayanan psiko-sosyal ilmi insanın mahiyetini aydınlatmaktan tamamen âciz, ve ferdî şuurun kısır döngüsü içinde dönüp dolaşmıya mahkûm ol­duğu gibi; objektif-naturalist bir felsefeye dayanan böyle bir ilim de aynı suretle “ben” in yerine gölge olayları koyacak, başkasına nüfuz edemiyecek, “biz” i bir izlenimler mecmuuna veya maddî-

bazı intibaksızlıklar ve konflikt’ler vasıtasiyle izah edilmesidir. Aynı tarihlerde Malinowsky “İptidaîlerde cinsî baskı” adlı kitabında freudism’in biyolojik na­zariyesini tenkid etmekte, ve Batı medeniyetinin patriyarkal yapısına göre yapılmış tecrübelerin bu medeniyet dışındaki bazı kavimlerde geçer olmadığına dair kuvvetli misâller vermekte idi. 1935 – 37 de Henri Claude bu izah tarzına ehemmiyet vermiş, talebelerinden Maurice Leconte, Conflits sociaux el psychoses adlı tetkikinde bu konuyu 1936 yılma ait işçi grevleri ile akıl hastahanelerine girenlerin miktarı arasındaki sabit münasebeti gösteren bazı statistiklere da­yandırmıştır. Aynı konu sonraki yıllarda “intihar” meselesi dolayısiyle de in­celenmiş ve buna benzer neticelere varılmıştır.

Son senelerde psychiatrie’nin ferdî ve içtimaî çift tetkikine girişen H. Ba­rak, ruhî hastalıkların fiziyolojik izahına karşılık ahlâkî izahını koymaktadır ki, onun tutmuş olduğu metod bir yandan bizim “Cemiyet ve marazî şuur” da ileri sürdüğümüz metoda benzemekte; bir yandan da psiko-sosyal araştırmala­rına yaklaşmaktadır.

hayatî olayların daha mürekkep bir şekline irca edecek ve bu yüz­den de cemiyeti hiç bir zaman izah edemiyecektir.

Buna rağmen, nasıl oluyor da bazı cemiyet felsefelerinde “ko­lektif tasavvur” fikri esaslı bir surette yer alabiliyor? Bunun sebebi bu kavramın felsefî tahlilden geçirilmemiş bir hipotez olarak orta­ya konmuş olmasıdır. Durkheim’a göre “Kolektif tasavvur” tıpkı suyun oksijen ve hidrojenden mürekkep olması gibi, unsurların üs­tündeki tabiî bir sentez olarak mevcuttur. Fakat, ferdî şuuru aşan ve’ biz halinde ferdî veriler dışında devam eden bu şuuru nasıl kavrıyoruz? Bize onu hangi tecrübe veriyor? Bu eğer objektif tec­rübe ise, orada kendimize ve başkasına ait yaşanmış hallerin izle­rinden başka bir şey bulamayız. Bu suretle de aslâ bize, yani başka­larının şuuruna değil, ancak kendi şuurumuza ait peşin tecrübe­mize dayanan bir tefsir yardımı ile bir takım objektif izlere mâna vermiye ulaşabiliriz. Tefsir veya anlayış metodu dediğimiz bu me­todun ne derecede verimli olduğunu yukarıda görmüştük.

Eğer bu, tam tersine, sübjektif içe bakış (introspection) metodu ise, o zaman daha başlangıçta kendimizi ferdî sübjektif bir daire içine hapsetmiş bulunuyoruz. Böyle bir halde de kolektif şuur ta­mamen imkansızlaşıyor. Bizim şuurumuzda akseden intiba’lar ha­lindeki başkaları veya biz’in artık gerçek varlığı olmıyacak; onlar ancak sübjektif bir âlem tasavvurunun mecazî ifadesi olacaklardır. Bundan dolayı, ne objektif-natüralist, ne de sübjektif-idealist bir felsefe ile gerçek Biz fikrine ulaşmıya imkân yoktur, ve ona ulaş­madıkça da şuurların karşılıklılığı ile kaim olan bir cemiyet – fert münasebetinden bahsedilemez.

Biyolojik gerçek üzerinde daha üstün bir varlık olan psiko sos­yal gerçeğin veya değer âleminin var olabilmesi için şuurların kar­şılıklı birbirine nüfuz edebilmesi, benliğin obje ile, kendi bedeni ile ve başkası ile kaim olması lâzımdır. Vakaa, yakın devirlerin en kuvvetli felsefî tahlili kapak ve cevheri şuur anlayışı yerine eşyaya çevrilen kasıtlı fiiller halindeki açık şuur fikrini getirmiştir. Bu mânada bütün süje fiilleri ancak obje ile, her şuur kendi bedeni ile ve başkası ile kaimdir. Biz âdeta şuurlar birliği içinde kendi tamamlığımızı buluruz; ve başka şuurlara karşılıklı bağlılığımız ne kadar tam ise kendimizi o kadar fazla hür hissederiz. İnsanın eşyaya ve başka insanlara bağlanması yani tabiatın ve Biz’in normatif bas­kısını duyması bu hürlüğün neticesidir. Böyle olmasaydı içtimaî

Sayfalar: 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27

Yorum bırakın