İNSANI İLİMLER MÜMKÜN MÜDÜR ?


Psiko-biyolojik varlık bütün faaliyetlerinde şuur sahibi oldu­ğunu gösteriyor. Fakat bu şuur henüz insanın manevî varlığı de­ğildir. Onda ne bilgi, ne sevgi ve değer âlemi başlamıştır. İnsanı hayvandan ayıran esaslı vasıf bu şuurun hareket noktası olan du­yulardan başlayarak, hem obje hem süjeyi inşa etmesi, bu analitik çift ameliye ile dış ve iç bilgileri kurmasıdır. İkinci mühim vasfı da, insanın başka insanlara ve tabiata ihtiyaç, arzu ve sevgi ile bağ­lanması yüzünden bu çift analitik varlığı tekrar birleştirmeye ça­lışması ve böylece değerleri yaratmasıdır.

Bu takdirde, psiko sosyal ilmi ne mekanik, hattâ ne de dinamik behaviorism üzerine kurulabilir. Her ikisi de varlık mertebeleri arasındaki mahiyet farklarını görmiye mâni olduğu gibi birinden ötekine yükselişin diyalektik izahını yapmıya da engeldir: -Bundan

dolayı, psiko-sosyal ilminin kuruluşunda atılan mühim adımlara râğmen, bu cereyanın ilk bakışta göze çarpan eksik tarafı sarih bir felsefî temele, dayanmaması ve zamanımızın başlıca felsefe cereyan­larına. karşı alâkasız kalmasıdır .

Bütün ilmi araştırmaların temeli felsefî refleksiyondur hükmü üzerinde bir parça duralım.

“Vakaa, ilmî araştırmalarda felsefi temeli lüzumsuz görenler ya ilimler arasında istidlal zincirleri yaparak, sonunda, “ilk” sayılan bazı önermelere ulaşırlar ki, bu suretle ister istemez felsefî bir te­mel kabul etmiş olurlar. Yahut bütün ilmî konuları hiç bir pren­sibe bağlamaksızm, birbirinden müstakil bırakırlar ki, o zaman da yalnız; mevziî rabıtalar kurmakla kanılmış, tam izahtan vaz geçil­miş . demektir. Bu kanaatkar görüşün devam etmesine imkân yoktur, çünkü ilim kendi kanununu daha külli ve rasyonel bir kanuna bağlamadıkça yeter izah yaptığına güvenemez. Aksı takdirde ilimlerin vazifesi yalnızca tavsif den ve teknikten ibaret ka­lacaktır. Esasen bunun böyle olduğunu söylemek de ilimlerin yet­kinlik derecesi hakkında umumî bir hüküm vermek demektir ki, bu. da bir nevi felsefe yapmaktır.

Yahut, ilmi araştırmaları yine ilmî ve objektif bir felsefeye da­yandırmak isterler. Böyle düşünenler bütün ilmî önermelerin pozi­tif veya lojik bir tahlilini yaparlar. Felsefe yerine bir nevi sémantique koymak isterler. Her türlü metafizikten korunmak için ilk hakikatin nihayet psycho-linguistique bir tahlil olduğunu söyler­ler: Bu tarzda araştırmalar tamamen yerinde olsa bile, onların te­min edeceği şey mevcut ilimlere yeni bir ilim katmaktan başka ne alabilir? Zaten ilimlerin ihtiyacı, kullandıkları prensip bilgilerinin bedihi bir temele dayanmasını temin etmek olduğu halde, bu . yeni ilimle -tekrar böyle bir temele ihtiyaç hissettiren bir ilmi mevcut ilimler serisine katmaktan başka bir şey yapmış olabilirler mi?

O halde ilmi araştırmalarda felsefî temelden vaz geçmiye im­kân görülmüyor. Bu temel Descartes’in bahsettiği gibi, her ilme ait umumî fikirlerin kendisine dayandığı ük bedahetlerin (évidence) bilgisi olacak, böyle bir takım bedahetler ise zaten ispatı istenen bir takım umumî fikirler yardımiyle değil, ancak fıtrî olan bazı sez­gilerle., elde edilebilecektir.

Fakat, bedahetlere ait bu sezgi bize. onların şuurda fıtrî olarak mevcut olduklarını bildiriyorsa nasıl olur da bu “ezelî hakikatler” i

tecrübenin verdiği değişen hakikâtlerden ayırabiliriz. Çünkü onlar bilginin temelleri olduğuna göre, ister istemez, bütün bilginin de ezelî hakikatlerle karışması lâzım gelmez mi? Bundan dolayı Kant haklı olarak, bedahetlerin kritik’ini yapmıya lüzum gördü. Bu suret­le de tecrübî bilgi ile a priori olan hakikatler arasındaki sınırı çizmi­ye çalıştı. Böyle bir teşebbüs a priari’lerin sınırını son derecede daraltmaya varabileceği gibi tam tersine “a priori’lerin bütün-varlığa yayılmasına, varlıkla düşüncenin’ ayrılığı esasından varlığın ideal prensipleri olduğunu iddiaya kadar da gidebilir. İşte ferdî, sübjekti­vizm ile mutlak idealizm arasındaki kararsız med ve cezir bundan ileri geliyordu.

Böyle bir karışıklıktan kurtulmak için -bilginin prensipleri ve bu prensipleri taşıyan: şuurun doğrudan doğruya verileri üzerinde. refleksiyon’ felsefenin en sağlam metodu: gibi göründü . Maine de Biran’ın açtığı bu çığır — her şeye rağmen— zamanımıza kadar feyizli bir araştırma yolu olarak kaldı. Şu kadar var ki, doğrudan doğruya verilere ait mutlak refleksiyon; tecrübe, verilerine ait ilmî genetik’in neticeleriyle daima karşılaşabilir; birinin mutlak hüküm­leri ötekinin rölatif hükümleri tarafından nakzedilebilir. Böyle bir durum ilimle felsefenin uzlaşma bilmez zıdlığını doğurmaktan baş­ka bir işe yaramaz.

Fakat hakikatte ne E. Haeckel’in. mücerred ve tamimci gene­tikine, ne de Biran’m sâbit bir şuur haline saplanmış olan refleksiyonuna güvenmek doğrudur. Genetik ancak müşahhas, çok şekilli gerçeklere tatbik edilebilir; ve bunlar da bizzat psiko sosyal oluştan başka bir şey olmıyan insanların kendi gerçeklerinden ibarettirler. Öyleyse felsefenin tatbik sahası umumî fikirlerin içinde vücut bul­duğu doğrudan doğruya şuur verileridir; ve tatbik yolu da Genetik refleksiyon’dur. Bu sayede şuurun tamamlayıcı ve zıt ilk verilerine kadar inerek, oradan kendi kendini teşkil etmek için yaptığı çift hareketi takip etmek, bir yandan umumî ve mücerret kavramlara, öte yandan müşahhas ferdiyetlere kadar yükselmek mümkün olur. Felsefenin yaptığı bu inşa edici ameliyeyi, her iyi istikametten nor­matif ilimler ve sosyolojinin, psikoloji ve tarihin tahlil edici çift ameliyesi karşılar: O suretle ki, birinde genetik refleksiyon’un inşa ettiği normlar, gayeler ve sosyal değerleri normatif ilimler ve sos­yolojik İlimler tahlil etmek suretiyle kontrol eder. Nitekim aynı metodun inşa-ettiği şahsiyetleri ve-tarihi perspektivi, psikolojik ve tarihî ilimlerin tahlili kontrol eder.

Sayfalar: 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27

Yorum bırakın